Internette dolaşırken çok güzel bir yazıya rastladım Çin ile ilgili.. Site sahibi Zeynep Hanım yapmış olduğu Çin seyahati ile ilgili izlenimlerini sade ve akıcı bir dille anlatmıştı. Yazının Şanghay ile ilgili olan kısmını alıntılamak istedim ve kendisine mail attım konu ile ilgili ama olumlu/olumsuz herhangi bir yanıt gelmedi. Ben gene dayanamayıp o yazıyı koyacağım aşağıya 🙂 Yazının daha uzun olan orijinal versiyonuna buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.. Sizi Zeynep Hanım’ın Şanghay izlenimleriyle başbaşa bırakayım..
Shanghai, sizi karsilarken bütün ihtisamiyla, nasil bir degisim içinde oldugunu ve ne kadar hirsli oldugunu fisildayacak size. Belki biraz gözünüzü korkutacak ilk basta ama sizi sevecek, mutlu edecek ve dogunun incisi oldugunu anlatacak bütün hikayeleriyle uzun uzun.
Shanghai’da hava kararmaya baslayip, aksam olunca, sehir bütünüyle farkli bir atmosfere bürünür. Sokaklar renklenir, büyük bir akim baslar her yanda. Olaganüstü bir gece hayatinin habercisi olan her detay sizi daha da içine çeker. Shanghai sizi sokaklarina bekler, size yasatacagi unutulmaz anlar için her zaman hazirdir.
Basinizi kaldirip sisler içinde kalmis gökdelen tepelerine bakarsiniz, hayretler içinde. Dünyanin en hizli gelisen kentindesinizdir. Inanilmazdir etrafinizdaki hersey, belki de bir rüyadir, ama her ne olursa olsun Shanghai’dir iste, ta kendisi.
Havaalanindan sizi hizli treniyle karsilar, saatte 430 km hizla giden, dehsete kapildiginiz. Evet, Shanghai size bir sürü sürpriz hazirlamistir, bu sürprizleri bulmak size kalir, siz ona ne kadar iyi davranirsaniz, o size bin katini verecektir.
The Bund adiyla geçen ve gerçek adi Zhongshan Dong Yi Lu olan bölge Shanghai’da size ilk hosgeldin demeye hazir bölgedir. Neoklasik yapilariyla Huangpu Nehrinin kiyisindaki bu 2 kilometrelik gerdanlik, ondokuzuncu ve yirminci yüzyildan incilerle bezelidir. Buradaki yapilarda Ingiliz, Fransiz, Amerikan ve Japon etkisini hissetmemeniz mümkün degil. The Bund’da durup nehrin öteki ucuna baktiginizda gördügünüz Pudong manzarasi kentin gurur kaynagidir, kentin bütün heyecanini ve hirsini gözler önüne serer, Shanghai’in imzasidir The Bund ve siz de o imzanin bir ucundasinizdir iste…
The Bund’da sirtinizi nehir kenarina verip yürümeye basladiginizda, o akinti sizi alir götürür. Arabalar, bisikletler, tuk tuklar, insanlar, kosturanlar, gülenler, dilenciler, hirsizlar, gece klüpleri, yemek kokulari, isiklar, zenginler, güzel oteller, cafeler , dans edenler herkes oradadir, sizin gibi..
Bu yol sizi Nanjing Lu denen Shanghai’in alisveris bölgesine dogru götürür. Isiklar bir anda etrafinizi sarmaya baslar, sagli sollu gökdelenler ve bes yildizli oteller esliginde. Bol pazarlik lisani gelistirmis saticilar etrafinizi sarar, saatler, pasminalar, çantalar havada uçusur, pesinize takilan saticilardan kurtulmak pek de mümkün degildir, bir bakmissiniz kolunuzda yeni bir saatiniz var. Güle güle kullanacaksinizdir.
Bu sokaklarda çantaniza, cüzdaniniza dikkat etmenizi tavsiye ederim zira ne oldugunu anlayamadan birkaç parça esyaniz eksildigini farketmek hiç de hos olmaz. Nanjing Lu bölgesinde tam bir alisveris çilginligi yasabilirsiniz, ama pazarlik etme becerilerinize ne kadar güvenirseniz güvenin, bilin ki sizden çok daha kabiliyetliler. Yine de Shanghai’da alisveris bence en azindan bir kere yasanmasi gereken bir tecrübe. Minik dükkanlarin bulundugu bir sürü bina var bu bölgede, çantadan giysiye, sapkadan oyuncaga kadar herseyi bulabilirsiniz. Begenmezseniz herhangi birsey dükkanlarin küçük olduguna kanmayin, o dükkanlarin neredeyse hepsinde gizli bölmeler var ve sizin begeninize sunulacak bir sürü güzel sey…
Shanghai’da görülmesi gereken birçok sanat galerisi ve müze oldugunu da söylemeden geçemiyecegim. Kalacaginiz otelde veya gezintiniz sirasinda karsiniza çikacak çay evlerinde oturup da güzeller güzeli çaylardan içmeden de dönmeyin. Oolong çayindan, Yasemin Çayina, beyaz çaydan yesil çaya uzanan genis bir çay yelpazesi var ve eger hiç tatmadiysaniz, yapilmasi gerekenler listenize bunu da alin. Hatta birçok çay evinde Çay Seromonisi yapiliyor ve size bu seromoni esliginde çaylar tattiriliyor. Bu tadim sonunda çay satin almak zorunda degilsiniz ama satin almadan dönen çok az insan var sanirim. Evinize döndükten sonra Çin’de yasadiginiz o güzel anlari çayinizi yudumlarken hatirlamak, çektiginiz fotograflara bakmak ve belki de biraz Yoyo Ma dinlemek çok iyi gelecek size. Bütün yorgunlugunuzu alacak.
Çinliler her türlü ögün sirasinda çay içiyorlar, her ne kadar çorba da olsa, sarap da olsa yemegin yaninda bir çaydanlik da eslik ediyor sofraya. Ofiste çalisirken bile bizim yaptigimiz gibi koyu demli çay veya kahve degil, demlenmeden sadece kaynar suyla içilen o güzel kokulu çaylari masalarinda hazir duruyor.
Her ne kadar son yillarda bizim ülkemizde oldugu gibi kahve dükkanlari Çin’de yayiliyor da olsa, Çinliler kolay kolay çay içmekten vazgeçmeyecekler sanirim.
Çinliler, sizinle fotograf çektirmek isteyeceklerdir, buna da hazirlikli olmalisiniz. Bu, onlarin ‘ yabanci dünyalarda ‘ arkadaslari oldugunun kaniti niteliginde bir fotograf. Siz, artik onun arkadasisiniz, baksaniza birlikte fotografiniz bile oldu. Shanghai’da bir aksam elimde fotograf makinasi gezinirken, bir grup Çinli asker yanima gelip benimle fotograf çektirmek istediklerini söylemisti, o gün benim yaklasik 10 adet Çinli askerle fotografim oldu, o fotograflar onlarin albümlerinde diger turistlerle çektirdikleri fotograflar arasinda yerini aldi.
Çin’e giderken genelde su sözleri duyarsiniz : ‘ biz de gittik, aç kaldik.. ‘ Kesinlikle böyle birsey yok. Inanmayin. O kadar çesitli mutfaga sahip ki Çin kültürü, aç kalmaniz mümkün degil. Bol baharatli yemek mi seviyorsunuz Sichuan mutfagi sizi bekliyor, biraz macera yasamak istiyorum mu diyorsunuz, sizi Anhui mutfagina davet ediyoruz, klasik Çin olsun, içinde tavuk olsun, çitir Pekin Ördegi olsun diyorsaniz, Hunan mutfagi var…Hem zaten siz oralara gitmisken Pekin Ördegi yemeden de dönmeyeceksiniz degil mi…Eger Çinli dostlariniz sizi yemege davet ettiyse, unutmamaniz gereken bir ipucu vereyim, ikram edilen, siparis edilen her yemekten tadin. ‘yok, ben bundan yemeyeyim ‘ dediginiz zaman çok üzülüyorlar zira. Benim öyle bir yemekte hatir kirmayayim diye çitir çitir deniz anasi yemisligim vardir.
Ne yiyip yemeyeceginiz konusunda son karar elbette size ait..
Yaklasik bes yil öncesine kadar sisman Çinli görmek mümkün degilken – hatta sokakta sisman birini gördüm mü ‘ aaa sisman Çinli…’ diyerek bakakalirken – , artik Çinlilerin de sismanlamaya basladigini ve sisman bireylerin çogaldigini fark ediyorsunuz..Malumunuz bunun nedeni fast food restaurantlarinin sayisindaki artis…
Çin mutfagindan korkmayin, bir tadini aldiniz mi vazgeçmeniz mümkün olmayacak.
Sigara içmek diger ülkelerde oldugu kadar yasaga maruz degil Çin’de. Sigarayi seviyorlar, hatta Sars salgini zamaninda sigara dumaninin mikroplari öldürdügüne dair bir inanislari oldugu da söylenir.
Çin, her geçen gün degisiyor. Bir kaç yil once Çin’i görmüs bir insan tekrar Çin’e gittiginde hayret içinde kaliyor, çünkü büyük bir hirs ve gelisim arzusu var. Yollar , binalar, insanlar, hersey farkli bir kabuga sokuluyor simdilerde Çin’de. Genç nesil okullarda oldukça üst düzey bir Ingilizce egitimden geçiyor, artik insanlar daha bakimli olmaya çalisiyorlar, sik giyiniyor ve kendilerini gelistiriyorlar.
Çin güzel bir sarki gibi. Bir ask sarkisi gibi baslayip, içine kahramanlik hikayesini katan, arada öfkelenen, sonra mutlu olan, aglayan, cosan, huzur veren, sasirtan, dinlendiren, mutlu eden bir sarki. Böyle ihtisamli bir sarki dinlememissinizdir..Eminim..
Insanlarin yüzüne bakacaksiniz, tam gözlerinin içine…O kadar sevgi dolular ve o kadar çok seyleri var ki paylasacak, her zaman geçmisten günümüze kadar tasidiklari gelenek görenekleriyle, kültürlerine duyduklari derin saygiyla bakislariniza mutlulukla karsilik verecekler. Hem siz hediye vermek ve almaktan bu kadar mutlu olan insanlar tanimamistiniz da. Sizi evlerinde agirlamaktan keyif alacak, siz misafir olarak gitmis olsaniz bile, size hediyeler ve ikramlar sunacak onlar. Hediye vermenin ve almanin da onlar için özel bir seromonisi var. Dedigim gibi, Çin farkli bir melodiye sahip ve bu melodinin bir parçasi gibi hissetmek hiç de zor degil aslinda. Insanlari sevmezseniz, onlarin gözlerinin içine bakmaz ve hikayelerini umursamazsaniz, korkarim çok da anlamazsiniz Çin’i. Hem bence elinizi de çabuk tutmaniz gerekiyor Çin’i görmek için, zaman çok sey alip götürüyor o güzellikten, her ne kadar getirdigi bir sürü yenilik olsa da…Yeni her zaman ‘ iyi ‘ midir, buna siz karar vereceksiniz.
Çin’de bir diger yasamaniz gereken tecrübe – Çinli yeni nesil pek sevmese de ve zaman içinde o eski etkisini kaybediyor da olsa, geleneksel Beijing operasi izlemek. Renkler, kostümler, mimikler, ihtisamli kiyafetler, sesler , siirler ve müzik esliginde sunulan bu gösteri uzun bir tarihe sahip, kaçirilmamasi gereken bir ritüel.
Elbette bu yazida anlattigim çok çok küçük bir parçasi bu devin.
Sonrasi… Bütün bavullariniz agzina kadar dolu, çantalariniza sikistirmis oldugunuz çaylar, hediyeler ve akliniza kazimis oldugunuz güzel anilar ve bir yerlerden kulaginiza çalinan o güzel ve bir o kadar da büyülü melodi. . .Gözlerinizi kapadiginizda gözünüzün önüne gelen yüzler, yasamlar, puslu sabahlar, sari sari çatilar, ejderhalar, ara sokaklar ve sizi kendine baglayan o kirmizi renk ve daha niceleri…Siz bir daha Çin’e dönene kadar o büyülü melodi esliginde gözünüzün önünden geçmeye devam edecekler. ‘
Not: Yazının resimleri de gene Zeynep Hanım’dan bu arada.. Orijinallerine (ve daha bir çok şehirden bir çok fotoğrafa) ulaşmak için Zeynep Hanım’ın Flickr sitesini ziyaret edebilirsiniz..
Guzel bir yazi olmus… Yaziyi okurken benim de Nanjing Lu’dan, Bund’a kadar yapmis oldugum sabh yuruyusleri geldi aklima.Sabah erken saatlerde bir tarafta islerine kosturan insanlar, diger tarafta eksi derecelerde bile esiyle muzik esliginde dans eden insanlar cok keyifliydi.Bence orada yasarken yapilmasi gereken bir yuruyus rotasidir Bund’a yuruyus tabii sonrasinda Pudong Starbucks’da nehire karsi kahvalti da bu yuruyus rotasinin en keyifli son noktasidir.Bana gore Cin bir virustur bir kere yasadiniz mi yasarken kizarsiniz zaman zaman isyan edersiniz ama akliniz hep orada kalir! Bulusmak dilegiyle…
Çok güzel özetlemişsin walla abi, eline sağlık 🙂 İnşallah en kısa zamanda o Starbucksta beraberce bi kahvaltı yaparız..
Selamlar sevgiler..
Bugün ben de yolumu o tarafa düşürdüm ve Ortaköy’deki cami gibi simgeleşmiş bu görüntüyü çıplak gözle gördüm.
Yalnız karşıya geçerken Tünel yerine vapur olsaymış daha iyi olurmuş. (Aslında vapurumsu bişeyler vardı da hazıra konmak varken keşfetmek istemedim) Bilet alırken tek atımlık kurşunumu iyi değerlendirip doğru ata oynamalıydım. Led ekrandan kampanya duyurusu yapıyorlar, Pearl Tower+ Tunnel normalde 170 RMB iken beraber alırsan 140 RMB tarzı kampanyalar. Pazarlık şansım olmadığı için sonradan pişman olmamak adına en etkin kampanyayı seçmek lazımdı. Yeme içme için acımam ama sırf gri gökdelen görmek için o parayı vermeye acıdım işte. Sadece tünel bileti aldım. Gidiş 50 RMB Gidiş-Dönüş alırsan 60 RMB. (Biraz Türk işi olmuş) Sadece “return” yazıyodu 60’ın karşısında “Acaba ikisini birden mi almam lazım, ya da burası dönüş de asıl gidiş karşısı mı?” diye düşünürken 60 lığa karar verdim. Doğru da yapmışım diğer tarafta 70 RMB diyordu tek gidişe. 120 RMB yerine 60 a halletmiş olduk. (İstanbul’da 15 TL’ye karşıya geçtiğinizi düşünün, uyanıklık yaptım diye seviniyorum bir de :))
Tüneli kullanırken Hababam Sınıfı’ndaki gibi ucunun nereye çıkacağını bilmeden ve yandan bir yerden korkunç yaratık çıkar da sıçrayıp karizmayı çizdiririm diye temkinli bir biçimde seyahatimi tamamladım ama bir kez daha Çinlilerin genç bile olsalar sürekli 35 yaşüstünde seyreden varlıklar olduğunu düşündüm. O ne rüküş bir tünel ışıklandırmasıydı öyle; bari metrodaki gibi Outdoor Tv yap, manzara göster sadece. Ankara’da gazino tipli 230 numara EGO otobüs vardı bizim, bir an ondayım sandım. İstanbul’daki “Tünel” adlı taşıma zıbırtısının duvarlara renkli ışıklar, yanar dönerli ambianslar yapıldığını düşünün, işte öyle birşey. Madenci olduğum ve yeraltında tünellerde vakit geçirdiğim için Melih Gökçek tarzı ledlerden bizim madene koymayı düşünmedim de değil aslında. Ucuza malolursa ve Ex-proof (alev sızdırmaz) olanlarını bulabilirsek bir gazino da Tunçbilek’e kuralım diyorum florasan yerine.
Neyse Avrupa yakasına geçince sahilde biraz dolaştıktan sonra gökdelenler arasında Facebook’luk fotoğraf yakalama telaşına bu kez fazla girmedim. Zaten tek başımayım, Çinliler fotoğraf da çekmiyorlar kolay kolay, iyice Almancı olmuşlar. Binaları da kadraja (Nokia kadrajı ne kadar olursa artık) girmeyecek kadar yapınca boşa uğraşmayayım dedim.
Geçen sefer oteli Avrupa yakasında (Pudong tarafına öyle diyorum ben)ayarladığımdan o tarafı iyice gezmiştim. Biraz sahilde takılıp geri döndüm. Asıl manzarayı dönüşte gördüm zaten. İlk defa oradaki kalabalığı görünce hakikaten Çin’in 1,7 milyar nüfusu olabileceğine inandım. Zeynep Hanım’ın bahsettiği gibi fotoğraf çektirmek için birilerine (genelde bayanları tercih ediyordum) telefonumu verdiğimde bir tane de kendi makinesi için basıyorlardı, önce klasik Türk gibi “Gel ben de seni çekeyim” dedim. Sonra yanındaki arkadaşı alıp “Beraber çekeyim sizi” dedi. Sonra baktım güzel oluyor, elinde makine olan ve kız kıza dolaşan kızlara telefonumu vermeye başladım. (Keşke numarasını da verseydim :)) O arkadaki manzaranın değişik açılarından bayağı bir Facebook’luk fotoğrafım oldu. Aynılarından bir de yanımda Asian High School Girl olanları var. Allah sahiplerine bağışlasın hepsini. Ünlü olmadan ünlü hissi yaşattılar 🙂 Arkada dolaşan Apaçi kılıklı Sincanlı bebeler de ağzımın ortasına vurmak için eminim neler vermezdi.
Yalnız üzerinde American bilmem nesi, Rus falancası yazan binaların tepesine özellikle Çin bayrağı çekmişler. Bir an için bulunduğu ülkenin bayrağını çekmek zorunda kalan gemiler gibi geldi gözüme o değişik mimarili yabancı yapılar. Ufak bir “Binanızla artistlik yapmayın, Allah’ını görürsünüz” mesajı sezdim. Hakikaten de karşılarına koymuşlar, “Gelin fotoğrafını çekin Facebook’a koyarsınız, ya da üstüne çıkıp etrafa bakın” diyorlar.
Facebook diyorum sürekli ama bilmeyenler varsa hevesinizi kırayım hemen; Çin’de Facebook’a girilmiyor. (Evet, DNS ayarlarını değiştirseniz de) o yüzden Türkiye’ye sağ salim dönmeyi bekleyeceksiniz ve asiti kaçtığında paylaşabileceksiniz o fotoğrafları.
Günün en bomba pozunu dönüşte yakalamıştım ki yine bir velinin fiyaskosuyla sonuçlandı. İlkokul bebeleri gezmeye gelmişler taşradan. Başlarında öğretmen mi veli mi neyse iki üç kişi vardı. Ben de yanıma bir iki tane alıp fotoğraf çektirmek istediğimi söyledim. Sonra ablanın biri bi anons yaptı 40 tane çocuk etrafımı sardı. Bir yandan İngilizcelerini geliştirip bir yandan da zafer işareti yapan kafalarında çipil çipil iki çizgi olan 40 tane hoplayıp zıplyan 1 metrelik afacan düşünün. Misafirliğe gittiğinizde adamla muhabbet ettikten sonra eşi “Siz nasılsınız Oğuzhan Bey?” diye sorar ya, aynı öyle oldu. Zaten adam az önce sordu, sen de cevabı duydun, daha ne soruyosun? E naapsın çocuk da o kadar öğrenmiş daha. Biz de bişey demedik, hepsinin sorgusuna annemin kızlık soyadı dahil (o yaşta kredi kartı dolandırıcılığı bilmezler herhalde?)yanıt vermeye çalıştım. Nihayet arka fona da Çin’in gurur tablosunu (bence öndekiler olacak ilerde) yerleştirdikten sonra velinin biirici hamleyi yapmasını beklerken (düğmeye basınca patlayacağından korkuyor herhalde; 10 dakika sürer o hamle) bir baktım etrafımızda meraklı kalabalık toplanmış. Bu sefer tıkanan trafik değildi, geçecek yer vardı ama “Napıyor bu saf?” elektriği aldım. Neyseki strese dönüşen (böyle durumlarda biraz utangaçlığım tutar) fotoğraf seansı ablanın anonsuyla son buldu. Telefonu elime aldığımda o 10 dakikalık bekleyişin nedenini anladım. Fotoğraf değil video çekimine getirip, gece modunda 2 saniyelik bir görüntüden oluşuyordu o kadar uğraşın sonucu. Normalde video çekeceğim zaman iki saat sahne moduna falan girip yaptığım adımları adam nasıl yaptıysa yapmış ve fotoğraf yerine sallantılı 2 saniyelik bir video yapmıştı. Tek avantajı stresten kızarmış yüzümün
çevre ile aynı olması ve seçilemiyor olmasıydı. Veli yapmıştı yine veliliğini…
Fotoğraf falan derken orucun ikinci gününü de geride bırakmaya 1 saat kalmıştı. Masada ezan veya top atışı beklemeyi sevmediğimden “Şanghay’da ne görsem kardır” mantığıyla “Taksiye binmeden önce yorulana kadar dolaşayım” dedim ve demiryolu köprüsüne benzeyen tarafa gittim. (Dinçe Bey gibi adını sanını veremeyeceğim köprünün, azcık gezdim ve altı üstü yorum yapıyorum :)) Köprü üzerinde de 3 adet elin ve iki adet damat gördüm farklı noktalarda. “Köprüden geçti gelin” türküsünü arkada duyar gibi oldum ve her Türk teyzesinin yapacağı yorumu yaparak Türk teyzelerini de sitayişle andım; “Kıza bak adama bak, kesin parası için evleniyordur…”
Aslında bugün farklı bir Türk restoranı denemek istiyordum ama çıkmadan adres alıp Çince’ye çevirttirmemiştim. Dinçer Bey’e olduğu gibi tesadüfen Kervan lokantası karşıma çıkar diye ana caddelerde dolandım ama nafile. Bindim taksiye yine bir selamı çok gören (5. gün oldu hala hoşgeldin yok, tükana girince Türklüğü geçtim 5 gündür bi müşteri gelse benim mekanıma kanka olurum) Anadolu Loknatası’nın yolunu tuttum. Aslında önce aynı caddedeki Brezilya ve Halal yemekleri olan Arap (Tiger dı sanırım) lokantasını denemek istedim ama fotoğraftaki “Avrupalı sarı dansözü” görünce yemekler de çakma olabilir, işi şansa bırakmayalım dedim ve mercimek çorbası üzerine çoban salatalı menüye talim ettim iftarda. Dün Melekler Sarayı’nda methettiğini çoban kavurmayı deneyeyim dedim ama yine ağır geldi. Bu kez ekmeğin de bayat getirilmesiyle birlikte daha önce bahsettiğim Uygur gencine (hiç benzemiyor ama Ekremmiş adı) lokumu teslim edip yollarımı ayırdım. Yarın Kervan ya da Pasha ‘yı bulacağım herhalde?
Bu arada bugün burada bir iş başvurusu yaptım 🙂 Bu güzellikleri gördükten sonra virüs beni de etkisi altına aldı sanırım. Aslında ciddi ciddi düşünmedim, Çince öğrenmesi zor gibi geliyor ve eriniyorum da ama sonucu da merak etmiyor değilim, kendimi denemek amaçlı bir nevi. Artık olmasın diye dua edersiniz yoksa buralar hep dutlukken, millete yorum yazacak yer bırakmayacağım 🙂
Evet nihayet sahur vakti gelmiş; herkese Şanghay manzaralı günler diliyorum. (Asıl amacımı da ağzımdan kaçırmış oldum böylelikle :))
Not: Dinçer Bey ve okuyan diğer arkadaşlar; böyle günlük modunda fazla detaya giriyorum da Türkiye’ye gidince “Ne yaptın orada?” diye sorduklarında tekrar tekrar anlatmamak için bu yorumların olduğu linkleri yollayacağım soranlara. Bir de anlatmak yerine yazmayı daha çok seviyorum, iki sayfalık yazıdan belki bir cümle belki buraya geleceklerin işine yarar. Hem biraz hit sayınız artar hem de iyi niyet elçiliği yapmış oluruz Şanghay-Türkiye hattında. Hep biz turistler arkadaşlarına iyi anlatsın diye uğraşırdık; bu kez de biz aynısını yapalım bari.
Yazinin geneli guzel ancak ben Jakarta’da yurumeyi ozledigim icin sadece yuruyus kismini cimbizladim.
Oguzhan bey, burada bir arkadasla da tartistigimiz bir konudur bu aslinda, ama benim fikrime gore Pudong tarafi daha cok Anadolu yakasi, Puxi tarafi ise Avrupa yakasi gibi geliyor bana, Sanghay ve Istanbul’u karsilastirinca..
Ote yandan cocuklarla olan fotograf cektirme olayiniz iyiymis gerecekten 🙂
Sangay Rehberi’nin alacagi mustakbel hitler icin de simdiden tesekkurler 🙂
Erdal, Sangay seyahati yok mu abi yakinlarda hic? 🙂
Oncelikle Pudong icin yaptigin Anadolu yakasi benzetmene ben de katiliyorum.Pudong tarafinin yeni yerlesim yeri olarak gelismeye baslamasi( biz oradayken yeni yeni hareketlenmeler baslamisti) bana da Anadolu yakasi izlenimini verirdi.
Gelecek olan var yakinda haberini almissindir ancak benim icin maalesef yakinda Sangay gozukmuyor 🙁