Bu yazı Şanghay ile ilgili genel bilgi/haberden ziyade daha çok bir anı/tecrübe sınıfına giriyor olabilir ama gene de yazmadan geçmiyim dedim.. Geçen gün yaptığımız komşu ziyaretinden bahsedeceğim kısaca.. Olayın gelişimi şöyle oldu..
Aslında komşularına sık sık oturmaya gidenlerden değiliz.. Hele ki burada, dilini/örfünü/adetini vs. çok iyi bilmediğimiz bir yerde komşuluk ilişkileri de Türkiye’deki gibi olmuyor haliyle.. Şu an oturduğumuz yere 2 ay kadar oldu taşınalı.. Taşındığımızda karşı dairemiz boştu.. Daha sonra bir gün bir çift kapımızı çaldı.. Halihazırda öğrenmekte olduğum Çincemden anladığım kadarıyla karşı dairemizi satın aldıklarını, yakında taşınacaklarını söylüyorlardı.. Muhtemelen başka şeyler de vardı söyledikleri/sordukları ama ben anlamadım.. Her neyse.. Bu çift, iki çocuklarıyla birlikte (İki çocuk burada pek rastlanan bir olay değil bu arada, çünkü devlet sadece bir çocuğa izin veriyor, ikincisi için yüklü bir ödeme yapmak zorundasınız devlete) geçtiğimiz günlerde karşımıza taşındılar..
Biz de bir güzellik yapalım dedik ve bir kutu çikolata aldık.. Kırmızı kutulu bir çikolata tercih ettik ve bunu gene kırmızı bir poşetin içine koyduk (Çinlilerin favori rengi kırmızı).. Sonrasında geçtiğimiz akşam (Çin Yeni Yılı kutlamalarını son hızla sürdüğü bir akşamdı) kapılarını çaldık ve ayaküstü bu aldığımız hediyeyi kendilerine verdik.. Büyük çocukları çatpat İngilizce konuşuyordu, benim de başlangıç seviyesindeki Çincemle kendilerine hediyenin sebebini anlatmaya çalıştık.. Hem Çin Yeni Yılı hem de yeni taşınmaları dolayısıyla onlara bunu vermek istediğimizi söyledik.. Onlar da teşekkür edip aldılar.. Vedalaşıp ayrıldık..
Yaklaşık 2-3 dk kadar sonra kapımız çaldı, bizi evlerine davet ediyorlardı.. Çince olarak “Hiç zahmet vermeyelim, hem zaten geç oldu” diyerek nazlanmayı bilmediğimizden davetlerini hemen kabul ettik ve onlara geçtik.. Bizi salona aldılar, oturduk.. Çocukları yanımıza oturdu.. Baba ve anne ise ikramlara başladılar.. Önce kettle ile kaynamış su geldi ve yanında “3ü 1arada” lar.. Ev sahibi suları koydu, kahveleri koydu, karıştırdı ve bize ikram etti.. Eşi ise bu arada bize kuruyemiş/bisküvi tarzı bişiyler getirdi.. Onları da sehpaya koydular.. Bu arada biz çocuklarla konuşmaya çalışıyoruz tabii.. Sonrasında ek olarak meyveler geldi, dragon meyvesi kesip getirmiş hanımı sağolsun..
Ha bu arada, bizim hediyemizin karşılığı olarak olsa gerek, dedelerinin çiftliğinden geldiğini söyledikleri ve bizim burdaki manavlarda satılanlardan çok daha iyi olduğunu ileri sürdükleri mandalinalardan bir kutu dolusunu bize verdiler.. Bu sefer de “Hiç gerek yoktu, gerçekten..” demeyi bilmediğimizden hediyeyi de hemen kabul ettik.. Daha sonra çocuklar Çin satrancı getirdiler ve oynayarak ve bir yandan da anlatarak bize öğretmeye çalıştılar.. Taşların üzerinde yazan karakterleri ezberlediğiniz sürece çok zor bir oyuna benzemiyor meret.. Sonrasında kalkmak için izinlerini istedik ama onlar bize evlerini gezdirmek istediler.. Odalarını gezdik birer birer.. Ve ayıp olmasın diye onlara da karşı teklifte bulunduk siz de bizim evi gezin isterseniz gibilerinden.. Onlar da kabul etti.. Sonra bize geçtik, odaları dolaştık ve sonrasında vedalaştık..
Velhasıl, bu örnekten yola çıkarak, Çin’de pozitif komşuluk ilişkilerinden bahsedebiilriz diye düşünüyorum.. Buranın yerlilerine karşı önyargılı olanlar var ise, belki bu minik anı bazı şeyleri değiştirir 🙂
“geç oldu” nazlanmasını yapamayacak kadar ortak bir anlaşma diliniz olmamasına karşın mandalinanın soyağacı ve niteliklerini bu kadar ayrıntılı betimleyebiliyor olman nedeni ile önceki yazıda Tolga Bey in Çinlilere karşı önyargı ile yaklaşmış olduğunu belirttiğin cevaba hitaben bende de sana karşı bir önyargı hasıl oldu,,
Merhabalar sitenizi tesadufen kesfettim ama cok begenerek takip ediyorum. Rica etsem dil mevzuunu biraz daha acar misiniz? Bu konuda biraz bahsetmissiniz ama ayri bir konuda geniscce bahsetseniz. Mesela isyerinde ingilizce mi konusuyorsunuz? Disarida nasil anlasiyorsunuz, insanlar ingilizce biliyorlar mi? Marketlerde problem cikiyor mu?
serkan beye katiliyorum. ote yandan bu cinli aileden ozel hayatlarini internette desifre edecegim diye izin alindi mi merak ediyorum. Ayrica temsili fotograftaki cocuk zafer isaretini siyasi bir amacla mi yapiyor ogrenmek istiyorum.
İzin alınmadı ama isim/adres/eşgal de verilmedi yazıda..
Zafer işareti Çinlilerin fotoğrafları çekilirken vermeyi en sevdikleri poz.. 7den 77ye bu hareketi yapıyorlar..
Serkan Bey’in yazıda kullandığım mizahi dili anladığını ama anlamamazlıktan geldiğini düşünmek istiyorum..
Serpil Hanım, güzel sözleriniz için teşekkürler.. Bahsetmiş olduğunuz konulara da en kısa zamanda değinmeye çalışacağım..
İstanbul’a dönene kadar Çin’ce öğrenicem Dinçer’cim.. Madem Çin’ce naz yapmayı beceremiyorsun Çin’ce davet edicem seni. 🙂
Siz buraya gelin ben sana bizzat öğretirim abi merak etme 🙂
Ben olarak yazıyorum, ciddiyim bakın, bu hikaye gerçektir :
Sene 2005, Leonberg.
Leonberg’i bilenler bilir diycem ama imkansız, gitmeyen hayatta bilmez.
Stuttgart’a 30 km uzakta şirin bir köy. Bildiğin köy ama, fazlası değil. Şu ünlü astronom ve matematikçi Keppler’in, meşhuuur şair Hölderlin’in köyü. Hatta benim yan evin üzerinde “Keppler has lived here with his lovely wife” gibi bir şilt vardı. Hatta hatta bizim şirketin 78 yaşındaki temizlikçisi kadının soyadı da Keppler’di ve o aileden olduğunu söylemişti Tony (patron). Ayrıca karşı ayakkabıcının binasında da “Hölderlin was here” gibi bir şeyler yazıyordu. Almanca dabii.
Ben de işte orada yaşıyorum o zamanlar, çalışıyorum da haa, boş değilim.
İş arkadaşlarım dışında tanıdığım kimse yok. Eski bi evin çatı karında oturuyorum. İşe 30 metre mesafe. Allah inandırsın, bir kez şirketin tuvaletine girmedim o kadar sene. Hep geldim evimde dergimle kitabımla yaptım. Neyse, komşu yok, aslında var da yok. Zaten ben de pek sırnaşık komşu sevmem, komşuluk da etmem, özellikle benimle edene de hoş bakmam.
Bir adet Bosnalı çift var karşı dairede, savaş sırasında kaçıp gelmişler, adam Almanca olduğunu iddia ettiği bol “j”li ve “ş”li bir dil konuşuyor. Arada anladığım keywordler aracılığıyla bana ilettiklerini tahmin etme oyunu oynuyorum ama çok yorucu oluyor, tabu oynuyor gibi sahneler gibi sahneler oluşuyor, o yüzden mümkün olduğunca diyalogdan kaçıyorum ama gel gör ki adam çok fena diyalog insanı. Her sorunu diyalogla çözmek isteyen bir tip. Ama güzel kardeşim bizim seninle bi sorunumuz yok ki…Olsun, adam bir sorun yaratıp (apartmanın boyası, giriş katındaki doktorun kabalığı, Almanların yabancılara yaklaşımı, otobüslerin çok pahalı olması, kızının işten kovulması -hayatını keywordlerle anlatmış gene de bak, bayaa biliyorum-) benle çözmeye çalışıyor işte. Karısı ondan daha zorlu bir komşu, çünkü almanca konuştuğunu filan iddia etmiyor, direk boşnakça (varsa öyle bir dil) konuşuyor. Aslında her ne konuşuyorsa kocasınınkinden çok farklı gelmiyor kulağıma ama kocasından fark şu ki, kadın benim onu anladığımı düşünmüyor. Bu kez o benim nezaketen ettiğim (zaman zaman türkçe) lakırdılardan bir kaç keywordu anlayıp “aaaaaaaaaaa….coca-cola…he he he” ya da “oooooooooo….krank…sehr krank…” filan gibi iri kıyım ünlemlerle tepki veriyor.
Bir de altkatta Frau Lorenz var. O da arasıra beni yakalıyor ve apartman boşluğunda ayaküstü hayatını anlatıyor. 88 yaşında olduğundan hayatı uzun. Anlatacak çok şeyi var. Ancak Schwaebisch denen ağır bir aksanla konuşuyor ki, bunun Schwischerdütsch’e Almanca’dan yakın olduğunu söylersem sanırım nasıl bir kör – sağır ortamı olştuğunu anlarsınız. Kadına gülümseyerek sürekli bakıp kafa sallamama, bunu yıllarca devam ettirmem umrunda olmuyor. Zaten Frau Lorenz benim ona verdiğim bilgilerle ilgilenmiyor. Beni italyan sanmaktan, ara ara bana Duçe’den, Roma’dan bahsetmekten asla vaz geçmiyor. Frau Lorenz, özbeöz alman, ancak itiraf etmeliyim ki, Boşnak komşumu jler ve şler arasında biraz daha iyi anlıyorum. Ara ara “Bombe” diyor, “Nazi” diyor, “Krieg” diyor, ordan anlıyorum ki Altın Kızlar’ın Sofia’sının ünlü tiradı “Sene 1940…Sicilya’dayım” gibi bir hikaye anlatıyor. Arada bir şeyler anlatıyor, bakıyorum, hüzünleniyor, ağlıyor ama hemen ardından çılgın bir kahkaha atıyor. Frau Lorenz, incecik bir kadın, zayıf ufak tefek, buruşuk yüzlü, Beyaz Bonus saçlı, üstünde hep aynı şey olan, az bir makyajla filmlerdeki cadı rollerini rahat kaldıracak bir şahsiyet. Ama iyi insana benziyor sanki. Frau Lorenz’in erkek arkadaşı var bir de. Evli değiller, birlikte yaşıyorlar. O da enteresan bir şahsiyet. Ama uzatmayayım artık.
Komşuluk ortamım bu olunca tabii çok ileri gitmek mümkün olmadı. Zaten çok istekli olmadığım bu noktada yaşanan bir kaç küçük talihsizlik de işleri iyice zora soktu. Bir örnek vereyim, daha iyi anlaşılsın :
Bir akşam üstü işten eve geldim, baktım kapının önünde yerde bir yayvan kavanoz. İçinde de sümük gibi bir kahverengi madde. Kavanozun üzerinde bir kağıt, üzerinde “Bitte, den Schüssel zurück” yazıyor. Yani “Lütfen kavanozu iade ediniz”. Lan kim koyar bunu ? Boşnaklar olamaz, zira kağıttaki yazı “Bitte den Jüssel zurüjk” şeklinde yazılmamış. Demek ki Frau Lorenz bırakmış bu yabancı maddeyi.
Aldım kavanozu girdim içeri.
Açtım, fırınlanmış bir armutun lapasına şeker katılarak yapılmış, tadını yemediğim için bilmediğim bir materyal. Sinirlendim tabii…Ben ki, sütlaçların, şöbiyetlerin memleketinden gelmişim, bana bunlarla gelmeyin kardeşim…Ama gelmiş ne çare. Akabinde kavanozu boşalttım (çöpe), yıkadım, sabaha bırakacağım kapısına. Sonra düşündüm ve hem Türk konukseverliğini hem de mutfağını göstermek hem de adetlerimizi, ananelerimizi unutmamak adına kabı boş iade etmemeye karar verdim. Hemen bir kazandibi çevirdim, fırınladım, yaktım, kavanoza itinayla yerleştirdim (sunum önemlidir, Frau Lorenz burnunun ucunu göremese de). Ertesi sabah da kapısına bıraktım.
Aradan bir kaç gün geçti. Frau Lorenz’i görsem “söyle bakalım Frau Lorenz, nasıldı bakiim törkiş kitçın” diye soracağım, ama yok. Aradan bir kaç gün daha geçti, hala yok. Dikkat çekici bi durum, zira kadın normalde bahçede çiçek çapalar, bisikletle alışverişe gider, gelir, filan filan. İlla buralardadır yani. Garipsedim ama unuttum da tabii, her dakka Frau Lorenz düşünmüyoruz tabii.
Sonra bir sabah Frau Lorenz’in kızıyla karşılaştım, başka bir yerde yaşıyor kadın aslında ama ara ara gördüğümden tanıyorum da. “Herr Güler” dedi, “Buyrun efem” dedim, “İstirham ediyorum bitte, bir daha anneme tatlı vermeyiniz, zira kendisinin fena halde şekeri vardır ve sizin tatlıdan sonra bir miktar komaya girdi”. Demek ki neymiş, komşuluk iyi bir şey değilmiş, adamı ölüme bile götürürmüş…Evet, öyleymiş…
Tolga bey, Almanya anılarınız gerçekten yıktı geçirdi bizi.. Devamını bekliyoruz 🙂